Bilimin İçinde Olmayan Evrim!
objective_dusuncex:
Bilimin İçinde Olmayan Evrim!
Charles Darwin’in zamanında böyle soruların cevapları henüz bilinmiyordu. Darwin bazı özelliklerin bir nesilden diğerine nasıl geçtiğini çok merak ediyordu. Ancak genetik yasaları hakkında çok az şey biliyordu; hücrenin içinde bulunan, kalıtımı belirleyen mekanizmalar hakkında ise çok daha az bilgiye sahipti. Fakat biyologlar uzun yıllardır yaptıkları araştırmalar sayesinde DNA (deoksiribonükleik asit) olarak adlandırılan molekülde saklı detaylı talimatlar ve insan genetiği hakkında birçok şey öğrendiler. Şimdi akıllardaki soru şu: Bu talimatlar nereden geldi?
Birçok bilim insanı ne diyor? Birçok biyolog ve bilimin diğer dallarında çalışan çok sayıda bilim insanı, DNA’nın ve içindeki talimatların milyonlarca yıl boyunca tesadüfen meydana gelen olaylarla oluştuğunu söylüyor. Onlara göre bu molekülün ne yapısında, ne içerdiği ve ilettiği talimatlarda, ne de işleyişinde bir tasarımın kanıtı görülüyor.
Kutsal Kitap ne diyor? Kutsal Kitap, vücudumuzun farklı kısımlarının nasıl, hatta ne zaman oluşacağını Tanrı’nın mecazi bir kitaba yazdığını söyler. Davut peygamberin ilhamla bunu nasıl dile getirdiğine dikkat edin: “Gözlerin beni ceninken gördü, bedenimin bütün kısımları, ve onların ne zaman biçimlenecekleri daha hiçbiri ortada yokken, Senin kitabında yazılıydı” (Mezmur 139:16).
Kanıtlar ne gösteriyor? Evrim teorisi doğruysa DNA’nın yapısı incelendiğinde, onun kendiliğinden ortaya çıkmış olması en azından akla yakın bir olasılık gibi görünmeli. Öte yandan Kutsal Kitabın dedikleri doğruysa, DNA’da zekâ sahibi bir tasarımcının eseri olduğunu gösteren sağlam kanıtlar görülmeli.
Yalın ifadelerle anlatılırsa DNA’nın harikaları kolaylıkla keşfedilebilir. Öyleyse tekrar bir hücrede gezintiye çıkalım. Ancak bu sefer bir insan hücresini ziyaret edeceğiz. Böyle bir hücrenin nasıl çalıştığını gösteren bir müzeye girdiğinizi düşünün. Müze, sıradan bir insan hücresi şeklinde yapılmış. Fakat gerçeğinden 13.000.000 kat daha büyük, dolayısıyla 70.000 kişilik bir stadyum büyüklüğünde.
Müzeye girince içerisinin tuhaf şekiller ve yapılarla dolu olduğunu görüyorsunuz. Tüm bunlara merakla bakarken müzenin ortasında, 20 katlı bir bina büyüklüğündeki devasa bir küre dikkatinizi çekiyor. İşte bu hücre çekirdeği. Oraya doğru yürümeye başlıyorsunuz
Bir Mühendislik Harikası”: DNA’nın Paketlenmesi: DNA’yı hücre çekirdeğinin içine sıkıştıran paketleme sistemi tam bir mühendislik harikasıdır; bu, 40 kilometre uzunluğundaki çok ince bir ipliği bir tenis topunun içine sıkıştırmaya benzer
Çekirdek zarındaki bir kapıdan içeri giriyorsunuz ve etrafınıza bakıyorsunuz. İçerisinin 46 tane kromozomla dolu olduğunu görüyorsunuz. Kromozomlar çiftler halinde dizilmiş, her çiftteki kromozomlar birbirinin aynısı. Bu kromozom çiftlerinin boyları birbirinden farklı. En yakınınızdaki kromozom çifti 12 katlı bir bina yüksekliğinde (1). Her kromozomun ortasına yakın bir yerinde bir boğumu var. Bu yüzden her biri, uç uca bağlanmış iki sosise benziyor, ancak dev bir ağaç kütüğü kadar kalın. Kromozoma yaklaştığınızda üzerinde yatay şeritler olduğunu görüyorsunuz. Bir şeride daha yakından baktığınızda, onun da üzerinde dikey şeritler olduğunu fark ediyorsunuz. Bu dikey şeritlerin üzerinde ise daha küçük yatay çizgiler var (2). Acaba bunlar üst üste yığılmış kitaplar mı? Hayır, sıkıca dolanmış kıvrımların dışta kalan kenarları. Bir tanesini tutup çekiyorsunuz ve açılıyor. Elinize alıp baktığınızda bu kıvrımların da aynı özenle yerleştirilmiş daha küçük kıvrımlardan (3) oluştuğunu görüyorsunuz. Bu kıvrımların içinde tüm bu yapının en önemli kısmını görüyorsunuz. Upuzun bir ipe benziyor. Acaba nedir?
HAYRANLIK UYANDIRAN BİR MOLEKÜL
Kromozomun bu kısmını bir ip olarak düşünelim. Bu ip yaklaşık 2,5 santimetre kalınlığında. İp, makaraların etrafına sıkıca sarılmış (4), bu sayede “kıvrım içinde kıvrım” yapısını koruyor. Bu kıvrımların bağlı olduğu yaya benzer bir destek onları bir arada tutuyor. Sergideki bir yazı, ipin çok küçük bir alana sıkıştırıldığını anlatıyor. Yazıya göre tüm kromozomlardaki ipleri düzleştirip uç uca ekleyecek olsaydınız ip dünyanın yarısını çevrelerdi! *
Bilimsel bir kitap bu paketleme sistemini “bir mühendislik harikası” olarak adlandırdı.18 Bunun arkasında herhangi bir mühendisin olmadığını söylemek size makul geliyor mu? Diyelim ki müzenin hediyelik eşya satan büyük bir mağazası var. Milyonlarca ürün öyle düzenli şekilde dizilmiş ki, ne ararsanız hemen buluyorsunuz. Mağazayı bu şekilde düzene sokan birinin olmadığını düşünür müsünüz? Elbette hayır. Oysa hücredeki paketleme sistemi bundan kat kat daha etkileyicidir.
Sergideki bir diğer yazı, dilerseniz bu ipi elinize alıp ona daha yakından bakabileceğinizi söylüyor (5). İpe yakından baktığınızda sıradan bir ip olmadığını anlıyorsunuz. Bu ip birbirine dolanmış iki iplikçik ten oluşuyor. İplikçikleri birbirine bağlayan, eşit aralıklarla yerleştirilmiş minik çubuklar var. İp aslında spiral bir merdivene benziyor (6). O anda elinizdekinin ne olduğunu anlıyorsunuz ve nefesiniz kesiliyor. Bu ip, yaşamın sırlarını içinde saklayan o inanılmaz molekül: DNA!
Makaraları ve yay şeklindeki desteğiyle birlikte titizlikle paketlenmiş tek bir DNA molekülü, bir kromozom oluşturur. DNA merdiveninin “basamakları” ise baz çiftleri olarak bilinir (7). Bunlar nedir? DNA’nın tüm bu kısımları ne işe yarar? Yakınınızdaki bir tabela her şeyi açıklıyor.
EN GELİŞMİŞ VERİ DEPOLAMA SİSTEMİ
Tabelada yazdığına göre DNA’nın tüm sırları, merdivenin iki kenarını birbirine bağlayan çubuklarda, yani basamaklarda saklı. Bu merdiveni ortasından ikiye böldüğümüzü düşünelim. Her iki tarafta da basamak parçaları kalır. Bunların sadece dört türü var; bilim insanları bunları A, T, G ve C olarak adlandırır. Araştırmacıları en çok şaşırtan özellikleri ise şudur: Bu dört harfin diziliş şeklinde, kodlanmış bilgiler saklıdır!
19. yüzyılda icat edilen Mors alfabesi telgrafla iletişimi mümkün kıldı. Bu alfabenin sadece iki harfi vardı: “nokta” ve “çizgi.” Ancak bu iki harfle sayısız kelime ya da cümle kodlanabiliyordu. DNA alfabesinin ise dört harfi vardır: A, T, G ve C. Bunların çeşitli şekillerde dizilerek oluşturduğu “kelimelere” kodon denir. Kodonlar ise bir araya gelerek gen adı verilen “öyküler” oluşturur. Bir gen ortalama 27.000 harf içerir. Genler ve aralarındaki uzun boşluklar da “bölümleri”, yani kromozomları oluşturur. 23 kromozomun oluşturduğu “kitaba”, yani bir canlıyla ilgili genetik bilgilerin bütününe genom denir. *
Genom gerçekten bir kitap olsaydı acaba içinde ne kadar bilgi saklı olurdu? Genom yaklaşık 3 milyar baz çiftinden, yani merdiven basamağından meydana gelir.19 Bunu şöyle örnekleyebiliriz: Genom, her cildi 1.000’den fazla sayfadan oluşan bir ansiklopedi seti olsaydı içindeki bilgiler 428 cilt doldururdu. Her hücrenin içinde bulunan diğer kopyayı da hesaba katarsak bu 856 cilt eder. Size tüm genomu bilgisayara girme işi verilseydi, tamgün çalışıp hiç izin kullanmasaydınız bile bunu ancak 80 yılda bitirebilirdiniz!
Elbette harcadığınız tüm bu emeğin vücudunuza hiçbir faydası olmazdı. Sonuçta yüzlerce kocaman cildi, 100 trilyon mikroskobik hücrenizin her birinin içine sıkıştıramazdınız. Bu kadar veriyi bu kadar küçük bir alana sıkıştırmak insanı kat kat aşar.
Bir moleküler biyoloji ve bilgisayar bilimi profesörü şöyle dedi: “Kuru haliyle bir gram DNA, bir santimetre küp kadar alan kaplasa da yaklaşık bir trilyon CD’yi dolduracak kadar bilgi depolayabilir.”20 Bu ne anlama gelir? Daha önce anlatıldığı gibi, DNA’nın içinde bir insan bedenini oluşturmak için gereken tüm talimatlar, yani genler saklıdır. Her hücrenin içinde bu talimatların eksiksiz bir kopyası bulunur. Bu bilgiler DNA’nın içine öyle sıkı şekilde paketlenmiştir ki, sadece bir tatlı kaşığı DNA şu anki dünya nüfusunun 350 katı kadar insanın genlerini taşıyabilir! Dünyadaki yaklaşık 7 milyar insanın oluşması için gereken DNA ise bir tatlı kaşığının yüzeyinde ancak incecik bir film oluşturur.21
YAZARI OLMAYAN BİR KİTAP OLUR MU?
Bir gram DNA, bir trilyon CD’nin taşıyabileceği kadar bilgi taşır
Minyatürleştirme alanındaki büyük ilerlemelere rağmen, insan yapımı hiçbir veri depolama aygıtı DNA’nın kapasitesiyle boy ölçüşemez. Yine de bazı yönlerden DNA’ya benzetilebilirler. Örneğin, simetrik yapısıyla, parlak yüzeyiyle ve kullanışlı tasarımıyla CD oldukça etkileyici bir icattır. Zeki insanlar tarafından yapıldığı açıktır. Fakat diyelim ki bir CD’de, rastgele sayılar ve harfler yerine karmaşık makinelerin yapımı ve bakımıyla ilgili detaylı talimatlar bulunuyor. Bu bilgiler CD’nin ağırlığını ya da boyutunu değiştirmez, fakat CD’nin en önemli özelliği bu bilgilerdir. CD’ye bu talimatların yazdırılmış olması, sizi arka planda zekâ sahibi biri olduğuna ikna etmez mi? Yazarı olmayan yazı olur mu?
DNA’yı bir CD’ye ya da bir kitaba benzetmek gayet yerindedir. Aslında genomla ilgili bir kitapta şöyle yazıyor: “Genomu bir kitap olarak anlatmak bir metafor bile sayılmaz. Genom gerçekten de bir kitaptır. Sonuçta bir kitap, . . . . harflerle kodlanmış bilgilerden oluşur. Genom da öyle.” Ancak DNA’nın özellikleri bu kadarla da bitmiyor. Kitap devam en şöyle diyor: “Genom çok akıllı bir kitaptır, çünkü uygun şartlarda hem kendi fotokopisini çekebilir hem de kendi kendini okuyabilir.”22 Şimdi de DNA’nın bu önemli özelliklerini ele alalım.
HAREKET HALİNDEKİ MAKİNELER
Etrafınıza bakarken, hücre çekirdeğinin gerçekten de bu müze kadar sessiz olup olmadığını merak ediyorsunuz. Bir anda başka bir sergi gözünüze çarpıyor. Camın arkasında DNA ipinin uzun bir parçası duruyor, önünde de şöyle bir yazı var: “Canlandırma İçin Düğmeye Basınız.” Düğmeye basıyorsunuz ve bir ses şunları anlatmaya başlıyor: “DNA’nın en az iki önemli görevi vardır. İlki replikasyon ya da ikileşme olarak adlandırılır. Bu süreçte DNA kopyalanır, bu sayede her yeni hücrenin içinde aynı genetik bilgilerin tam bir kopyası bulunur. Şimdi lütfen canlandırmayı izleyin.”
Bir kapı açılıyor ve içeri karmaşık bir makine giriyor. Bu makine aslında birbirine bağlanmış küçük robotlardan oluşuyor. Makine DNA’ya yanaşıp kendini ona bağlıyor, ardından raylar üzerindeki bir tren gibi boydan boya DNA’nın üzerinden geçmeye başlıyor. Öyle hızlı hareket ediyor ki tam olarak ne yaptığını göremiyorsunuz, ancak arkasından bir değil iki DNA ipinin çıktığını fark ediyorsunuz.
Ses anlatmaya devam ediyor: “Bu canlandırma, DNA’nın kopyalanışının çok basitleştirilmiş bir halidir. Enzim adı verilen bir grup moleküler makine, DNA’yı boydan boya takip ederek DNA ipliğini önce ikiye böler, sonra ortaya çıkan her iki iplikçiği de kalıp olarak kullanıp iki yeni tamamlayıcı DNA iplikçiği oluşturur. Sergimizde bu işlemde yer alan tüm makineleri gösteremiyoruz. Örneğin replikasyon makinesinin önünden giden küçücük bir aygıt, DNA sarmalının sıkılaşmasını önlemek için onu bir tarafından kesip birleştirerek rahatça sarılmasını sağlar. Ayrıca DNA birkaç kez ‘düzeltme’ işleminden de geçirilir. Hatalar tespit edilip inanılmaz bir titizlikle düzeltilir.” ( 16 ve 17. sayfalardaki şemaya bakın.)
Replikasyon: DNA’nın Kopyalanması
Enzimlerden oluşan makinenin bu parçası, DNA’yı iki iplikçiğe ayırır
Makinenin bu parçası DNA iplik çiklerin den birini içine alır ve onu kalıp olarak kullanarak yeni bir DNA ipliği oluşturur
Halka şeklindeki kıskaç, makineyi dengeler ve yönlendirir
İki DNA ipliği meydana gelir
DNA demiryolu rayları kadar büyük olsaydı, enzimlerden oluşan bu makine saatte yaklaşık 80 kilometre hızla giderdi
“Her özelliğini sergimizde gösteremesek de, replikasyon makinesinin hızı canlandırmamızdaki gibidir. Makinenin ne kadar hızlı hareket ettiğini herhalde fark etmişsinizdir. Enzimlerden oluşan gerçek makine, DNA ‘rayları’ üzerinde öyle hızlı seyreder ki saniyede 100 basamak, yani 100 baz çifti üzerinden geçer.23 Bu ‘raylar’ gerçek bir demiryolu kadar büyütülseydi, makine saatte yaklaşık 80 kilometre hızla giden bir tren gibi olurdu. Bakterilerde ise bu küçücük replikasyon makineleri 10 kat daha hızlıdır! İnsan hücrelerinde, yüzlerce replikasyon makinesi ordular halinde DNA’nın farklı yerlerinden kopyalama işine başlar ve genomun tümünü kopyalamayı sadece 8 saatte bitirir.”24 (20. sayfadaki “ Okunabilen ve Kopyalanabilen Bir Molekül” başlıklı çerçeveye bakın.)
DNA’NIN “OKUNMASI”
Replikasyon makinesi gözden kayboluyor. Ardından başka bir makine beliriyor. O da diğer makine gibi DNA’ya bağlanıp üzerinden geçmeye başlıyor, fakat daha yavaş hareket ediyor. DNA ipinin bu makinenin bir ucundan girip, hiçbir değişime uğramadan diğer ucundan çıktığını görüyorsunuz. Ancak makinenin başka bir deliğinden yeni bir iplik çik çıkıyor ve kuyruk gibi gittikçe uzuyor. Acaba neler oluyor?
Ses yine anlatmaya başlıyor: “DNA’nın ikinci görevi transkripsiyon ya da yazılma olarak adlandırılır. DNA, hücre çekirdeğindeki güvenli yerini hiçbir zaman terk etmediğine göre genler, yani vücudunuzu oluşturan proteinlerin yapılması için gereken talimatlar nasıl okunup kullanılıyor? Şu an sergimizde gördüğünüz enzimlerden oluşan makine DNA’nın üzerinde ilerlerken, çekirdeğin dışından gelen kimyasal sinyallerle aktif hale getirilmiş bir gen arar. Böyle bir geni bulunca da RNA (ribonükleik asit) denen molekülü kullanarak o genin bir kopyasını çıkarır. RNA, bir DNA iplikçiği gibi görünse de farklıdır. Onun görevi genlerdeki kodlanmış bilgileri alıp aktarmaktır. Bu bilgiler RNA’ya makinenin içinde kopyalanır, ardından RNA çekirdekten çıkıp bir ribozom bulur. Ribozom da RNA’daki talimatlara göre bir protein oluşturur.”
Transkripsiyon: DNA’nın “Okunması”
DNA bu noktada açılır. İplik çikler den bir tanesi RNA’ya bilgi aktarır
RNA, DNA’yı “okur”, yani bir gendeki kodu alır. DNA kodu transkripsiyon makinesine, bu işleme nereden başlayıp nereye kadar devam edeceğini bildirir
Bilgi yüklü RNA, hücre çekirdeğinden çıkıp bir ribozom bulur ve ribozoma karmaşık bir protein üretmesi için gereken talimatları aktarır
Transkripsiyon makinesi
Bu canlandırmayı izlerken hayretler içinde kalıyorsunuz. Bu müzeden de, içindeki makineleri tasarlayıp üreten kişilerin yaratıcılığından da çok etkileniyorsunuz. Acaba müzedeki her şeyi hareket ederken görmek, insan hücresinin içinde aynı anda gerçekleşen milyonlarca işlemi seyredebilmek nasıl bir şey olurdu? Böyle bir görüntü karşısında herhalde nefesimiz kesilirdi!
Ancak şunu da fark ediyorsunuz ki, tüm bu gördükleriniz vücudunuzda gerçekten oluyor! Siz o müzede dururken 100 trilyon hücrenizin her birinde bulunan küçücük, karmaşık makineler tüm bunları gerçekleştiriyor. Makineler DNA’nızı okuyarak, vücudunuzun tüm kısımlarını, enzimleri, dokuları, organları oluşturan binlerce çeşit proteini üretmek için gereken talimatları alıyor. Ayrıca DNA’nız sürekli olarak kopyalanıyor ve bu kopyalar özenle düzeltiliyor; böylece her yeni hücrede talimatların yepyeni bir kopyası bulunuyor.
BU GERÇEKLER NEDEN ÖNEMLİ?
Tekrar kendimize şu soruyu soralım: “Tüm bu talimatlar nereden geldi?” Kutsal Kitap, DNA “kitabının” insanüstü bir Yazarı olduğunu söyler. Bu, modern dünyaya ya da bilime uymayan bir düşünce midir?
Şunu düşünün: İnsanlar az önce bahsettiğimiz müzeyi bile inşa edebilirler miydi? Bunu deneyen biri büyük zorluklarla karşılaşırdı. İnsan genomu ve nasıl işlediğiyle ilgili birçok şey şu anda tam olarak anlaşılmıyor. Bilim insanları hâlâ tüm genlerin nerede olduğunu ve ne işe yaradığını tespit etmeye çalışıyor. Üstelik genler DNA ipliğinin sadece küçük bir kısmını oluşturur. Peki genler arasındaki uzun boşluklar için ne denebilir? Bilim insanları eskiden bu kısımları “çöp DNA” diye adlandırırdı, fakat yakın zamanda bu görüşlerini değiştirdiler. Çünkü bu kısımlar, genlerin nasıl ve ne derecede kullanılacağını belirlemekte rol oynuyor olabilir. Bilim insanları DNA’yla birlikte onu kopyalayan ve düzelten makinelerin tam bir modelini yapabilselerdi bile, aslı gibi işlemesini sağlayabilirler miydi?
Ünlü bilim insanı Richard Feynman ölümünden kısa bir süre önce, ders verdiği sınıfın tahtasına şu notu yazdı: “Yaratamadığım şeyi anlayamam.”
Bu dürüst sözü takdire değerdir ve özellikle DNA’yla ilgili olarak çok doğrudur. Bilim insanları, tüm replikasyon ve transkripsiyon makineleriyle birlikte DNA’yı yaratamadıkları gibi onu tam olarak anlayamıyorlar da. Yine de bazıları tüm bunların tesadüfi olaylarla, kazara meydana geldiğinden emin olduğunu söylüyor. Sizce ele aldığımız kanıtlar bu iddiayı destekler mi?
Bazı uzman bilim insanları kanıtlara bakınca tam tersi bir sonuca varıyor. Örneğin DNA’nın ikili sarmal yapısının keşfedilmesine büyük katkıda bulunan Francis Crick, böylesine mükemmel bir düzene sahip bir molekülün rastlantı sonucu meydana gelmiş olamayacağına kanaat getirdi. Bu nedenle DNA’yı gezegenimize yaşamı başlatmak için uzaylıların yollamış olabileceğini öne sürdü.
50 yıl boyunca ateizmi savunmuş saygın bir filozof olan Antony Flew ise yakın bir zamanda bu konudaki fikrini değiştirdi. 81 yaşında olan Flew, yaşamın ortaya çıkışında zekânın bir payı olduğuna inandığını dile getirdi. Peki bu sonuca varmasına ne yol açtı? DNA üzerinde yaptığı araştırmalar. Bu yeni fikrinin çoğu bilim insanının hoşuna gitmeyeceği dile getirildiğinde Flew şöyle karşılık verdi: “Maalesef öyle, ama yapacak bir şey yok. Hayatım boyunca . . . . şu ilkeye göre hareket ettim: Kanıtlar nereye götürürse götürsün onları takip et.”
Siz ne düşünüyorsunuz? Sizce kanıtlar ‘nereye götürüyor?’ Diyelim ki bir fabrikanın ortasında bir bilgisayar odası buldunuz. Bu odadaki bilgisayar, fabrikadaki tüm faaliyetleri yöneten karmaşık bir ana programı çalıştırıyor. Dahası bu program her makinenin nasıl üretileceği ve bakımının nasıl yapılacağı hakkında sürekli olarak talimatlar veriyor, aynı zamanda kendini kopyalıyor ve bu kopyaları düzeltiyor. Böyle kanıtlar karşısında hangi sonuca varırdınız? Bu bilgisayarın ve içindeki programın kendi kendine ortaya çıktığını mı, yoksa zekâ sahibi biri tarafından tasarlanıp düzenlendiğini mi düşünürdünüz? Gerçekten de kanıtlar ortadadır. Bu canlandırmayı izlerken hayretler içinde kalıyorsunuz. Bu müzeden de, içindeki makineleri tasarlayıp üreten kişilerin yaratıcılığından da çok etkileniyorsunuz. Acaba müzedeki her şeyi hareket ederken görmek, insan hücresinin içinde aynı anda gerçekleşen milyonlarca işlemi seyredebilmek nasıl bir şey olurdu? Böyle bir görüntü karşısında herhalde nefesimiz kesilirdi!
Ancak şunu da fark ediyorsunuz ki, tüm bu gördükleriniz vücudunuzda gerçekten oluyor! Siz o müzede dururken 100 trilyon hücrenizin her birinde bulunan küçücük, karmaşık makineler tüm bunları gerçekleştiriyor. Makineler DNA’nızı okuyarak, vücudunuzun tüm kısımlarını, enzimleri, dokuları, organları oluşturan binlerce çeşit proteini üretmek için gereken talimatları alıyor. Ayrıca DNA’nız sürekli olarak kopyalanıyor ve bu kopyalar özenle düzeltiliyor; böylece her yeni hücrede talimatların yepyeni bir kopyası bulunuyor.
Ünlü bilim insanı Richard Feynman ölümünden kısa bir süre önce, ders verdiği sınıfın tahtasına şu notu yazdı: “Yaratamadığım şeyi anlayamam.”
Bu dürüst sözü takdire değerdir ve özellikle DNA’yla ilgili olarak çok doğrudur. Bilim insanları, tüm replikasyon ve transkripsiyon makineleriyle birlikte DNA’yı yaratamadıkları gibi onu tam olarak anlayamıyorlar da. Yine de bazıları tüm bunların tesadüfi olaylarla, kazara meydana geldiğinden emin olduğunu söylüyor. Sizce ele aldığımız kanıtlar bu iddiayı destekler mi?
Bazı uzman bilim insanları kanıtlara bakınca tam tersi bir sonuca varıyor. Örneğin DNA’nın ikili sarmal yapısının keşfedilmesine büyük katkıda bulunan Francis Crick, böylesine mükemmel bir düzene sahip bir molekülün rastlantı sonucu meydana gelmiş olamayacağına kanaat getirdi. Bu nedenle DNA’yı gezegenimize yaşamı başlatmak için uzaylıların yollamış olabileceğini öne sürdü.
50 yıl boyunca ateizmi savunmuş saygın bir filozof olan Antony Flew ise yakın bir zamanda bu konudaki fikrini değiştirdi. 81 yaşında olan Flew, yaşamın ortaya çıkışında zekânın bir payı olduğuna inandığını dile getirdi. Peki bu sonuca varmasına ne yol açtı? DNA üzerinde yaptığı araştırmalar. Bu yeni fikrinin çoğu bilim insanının hoşuna gitmeyeceği dile getirildiğinde Flew şöyle karşılık verdi: “Maalesef öyle, ama yapacak bir şey yok. Hayatım boyunca . . . . şu ilkeye göre hareket ettim: Kanıtlar nereye götürürse götürsün onları takip et.”
Siz ne düşünüyorsunuz? Sizce kanıtlar ‘nereye götürüyor?’ Diyelim ki bir fabrikanın ortasında bir bilgisayar odası buldunuz. Bu odadaki bilgisayar, fabrikadaki tüm faaliyetleri yöneten karmaşık bir ana programı çalıştırıyor. Dahası bu program her makinenin nasıl üretileceği ve bakımının nasıl yapılacağı hakkında sürekli olarak talimatlar veriyor, aynı zamanda kendini kopyalıyor ve bu kopyaları düzeltiyor. Böyle kanıtlar karşısında hangi sonuca varırdınız? Bu bilgisayarın ve içindeki programın kendi kendine ortaya çıktığını mı, yoksa zekâ sahibi biri tarafından tasarlanıp düzenlendiğini mi düşünürdünüz? Gerçekten de kanıtlar ortadadır.
^ Molecular Biology of the Cell adlı ders kitabında farklı bir örnek kullanılıyor. Bu kitap, tüm bu DNA ipliklerini hücre çekirdeğinin içine sıkıştırmayı, 40 kilometre uzunluğundaki çok ince bir ipliği bir tenis topunun içine sıkıştırmaya benzetiyor. Ancak iplik öyle yerleştirilmeli ki, her noktasına kolayca ulaşılabilmeli.
^ Her hücre, genomun iki kopyasını, yani toplam 46 kromozom içerir.
DNA nasıl bu kadar doğru şekilde okunup kopyalanabiliyor? DNA merdivenindeki 4 kimyasal baz (A, T, G, C) birbiriyle her zaman aynı şekilde eşleşerek merdivenin basamaklarını oluşturur. A her zaman T’yle, G her zaman C’yle eşleşir. Merdivenin bir tarafında A bulunuyorsa, merdivenin diğer tarafındaki karşılığı mutlaka T’dir, G’nin karşılığı da her zaman C’dir. Bu durumda merdivenin sadece bir tarafı elinizde olursa, diğer tarafının hangi harflerden oluştuğunu bilirsiniz. Örneğin bir taraftaki harfler GTCA ise, diğer taraftaki harfler CAGT’dir. Bu basamak parçalarının uzunlukları birbirinden farklıdır, fakat karşılıklarıyla birleşince oluşturdukları her basamak aynı uzunlukta olur.
Bu gerçeği keşfeden bilim insanları şaşırtıcı başka bir gerçeğin daha farkına vardı: DNA tekrar tekrar kopyalanmak için ideal yapıya sahiptir. DNA’yı kopyalayan moleküler makine, çekirdekte serbestçe dolaşan bazlardan bazılarını yakalar ve bunları, ikiye bölmüş olduğu DNA’nın her iplik çiğindeki basamak parçalarını tamamlamak için kullanır.
DNA gerçekten de defalarca okunan ve kopyalanan bir kitap gibidir. Ortalama bir insan ömrü boyunca inanılmaz bir doğrulukla yaklaşık 10.000.000.000.000.000 kez kopyalanır!
DÜŞÜNÜLMESİ GEREKENLER
Gerçek: DNA, kromozomların içinde öyle başarılı şekilde paketlenmiştir ki “bir mühendislik harikası” olarak adlandırılmıştır.
Düşünün: Böylesine mükemmel bir düzen nasıl olur da rastlantı sonucu ortaya çıkar?
Gerçek: Bilgisayar çağının en gelişmiş veri depolama aygıtı bile DNA’nın kapasitesiyle yarışamaz.
Düşünün: Bilgisayar mühendisleri bile bunu başaramıyorsa, zekâsı olmayan cansız maddeler bunu nasıl kendi kendine yapmış olabilir?
Gerçek: DNA’nın içinde, benzersiz bir insan bedenini oluşturmak ve ömür boyu “bakımını yapmak” için gereken tüm talimatlar bulunur.
Düşünün: Böyle inanılmaz bir kitap ya da program, bir yazar ya da programcı olmadan nasıl meydana gelebilir?
Gerçek: DNA’nın görevini yapabilmesi için, enzim adı verilen sayısız moleküler makine tarafından kopyalanması, okunması ve düzeltilmesi, bu karmaşık makinelerin de mükemmel bir işbirliği içinde, hiç hata yapmadan ve hassas bir zamanlamayla çalışması gerekir.
Düşünün: Karmaşık ve sorunsuz çalışan bir makinenin tesadüfen ortaya çıkabileceğine inanıyor musunuz? Ortada kesin bir kanıt yokken böyle bir şeye inanmak, körü körüne bir inanç olmaz mı?
İnsanın zoruna giden şey bu kadar harika bir tasarımın tesadüfi oluştuğuna inanıp basite indirgemeleri.
YanıtlaSilBence de. İndirgemek çok kötü bir alışkanlıktır
Sil